12 Aralık 2008 Cuma

İSLAM'IN IŞIĞINDA YOLDAKİ İŞARETLER

İlk dönemin eşsiz nesli Kuran'ı, bilgilerini görgülerini kültürlerini arttırmak müzikal bir zevk almak ya da dünyasal bir çıkar sağlamak için okumuyorlardı. Kur'an'ı kendisiyle kültür edinen ilim ve fıkhi konularda dağarcık dolduran bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar Kuran'ı Allah'ın buyruğu olarak algılıyorlardı ve bu buyruğu, savaş alanındaki asker gibi duyar duymaz uyguluyorlardı. Kur'an Mushaf sayfalarında yazılı veya zihinde ezberlenmiş bir halde kalmayıp adeta yaşanan bir kültür haline gelmişti. Kısacası Kur'an , yaşamın seyrini tamamen kendi çizdiği plana göre değiştirmişti. Kuşkusuz Kur'an, kendisine bu şekilde yaklaşan ruha açar zenginliklerini.



İlk neslin yaşadığı dönemde kişi İslam'a girdiği zaman cahiliye dönemindeki geçmişini islam'ın eşiği önünde tamamen bırakıyordu. Kişi islam'a girdiği andan itibaren hayatında yepyeni bir sayfa açıldığını biliyordu. Nefsine yenildiğinde geçmişteki kötü alışkanlıkların albenisine kapıldığında .. bir zayıflık hissettiğinde derhal bu tutumunun yanlış olduğunun farkına varır ve hemen Kuran'ın getirdiği hidayet üzere yaşamaya yönelirdi.

Ayrıca cahili bir çevreden gelenek ve görenekten dünya görüşünden ilişkiler sisteminden tamamen soyutlanma söz konusu idi burada. şirk akidesinden sıyrılmak tevhid akidesini ; cahili dünya görüşünden ayrılmak ise islamın dünya görüşünü ve varlık anlayışını meydana getiriyordu. Bütün bu sıyrılmalar islami bir toplumu meydana getiriyordu.

İşte burası bir nevi yolların ayrıldığı bir kavşak noktasıdır. Yolda yürüyüşün başlangıç noktası... yeni yoldaki yürüyüşe , bu noktadan başlanacaktı. cahiliyye toplumunun koyduğu gelenekler orada hakim olan düşünceler ve değerler sisteminin dayattığı bütün baskıların etkisinden kurtulmanın hafifliği ile çıkılan yepyeni bir yürüyüş.

Bu yürüyüş sırasında müslüman kişi işkence ve aldatmacadan başka bir şeyle karşılaşmıyordu. Ne var ki o kendi benliğinde kesin kararını vermişti ; bu yolda yürüyecek ve menzile ulaşacaktı sonunda. Cahiliyye düşüncesinin dayatmaları cahili toplum geleneklerinin zorlaması artık onu yolundan çeviremezdi.

öyle ise islami hareket yöntemi gereği ilk önce yapmamız gereken nedir? öncelikle İslami hareketin oluşum sürecinde şu an yaşadığımız ve kendisine dayandığımız cahiliyyenin bütün etkilerinden sıyrılmalıyız. Ardından ilk neslin dayandığı ve beslendiği her türlü şaibeden arınmış saf kaynağa dönmekle işe başlamalıyız.

O kaynağa yöneldiğimizde salt araştırma, dünyasal bir yarar ve haz elde etme tutkusu ile değil uygulama ve eyleme dökme bilinci ile döneceğiz. Kuran'da ki kıyamet sahnelerine vicdanlara nüfuz eden olağanüstü mantığına ve araştırmacıların aradıkları bütün ilmi zevklere tanık olacağız. Fakat bütün bunlarla birincil hedefimiz olmadan karşılaşacağız. bizim birincil hedefimiz Kuran'ın bizden istediği hareketler olacaktır.

Birinci vazifemiz şu içinde yaşadığımız toplumun değerler sistemini değiştirmektir. Bunun için önce kendimizi değiştirmeliyiz. Yolun yarısında karşılaşacağımız az yada çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz ödün vermememiz gerekir.

Bu yolda elbet zorluk ve sıkıntılarla karşılaşacağız. Bu yol bize ödenmesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilahi bağışa mahzar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan cahili yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçeneğimiz yoktur. İlk nesil gibi biz de bu cahiliyle bataklığından çıkabilmemiz için metodumuz bilmemiz gerekecektir.

Kuran'ın Mekke de inen bölümü Allah Resulü ne 13 yıl boyunca tek meseleden söz etti. Sunuş biçimi tekrarlanmadan kesinlikle değişmeyen tek meseleden... "uluhiyet-Rububiyet! (ilahlık ve kulluk) ve bunların arasındaki ilişki anlatılıyordu. Akide (inanç) meselesiydi bu.

Kuran'ın Mekke de inen bölümü insana kendi varoluş sırrını yanı sıra onu çevreleyen varlık aleminin varoluş sırrını da açıklıyordu. Kuran bunu yapmakla kalmıyor insana kim olduğunu nereden geldiğini niçin geldiğini işin sonunda nereye gideceğini ; onu yokluk ve bilinmezlikler diyarından kimin çıkarıp getirdiğini ve kimin tekrar geri götüreceğini vardığı yerde sonunun ne olacağını da soruyordu.
Bunlardan başka sorularda yöneltiyordu insana ; görerek ve hissedilerek algılandığında şu varlık alemi nedir? Gizemlerle dolu bu alemi kim yarattı onu kim idare ediyor , kim onu evirip çeviriyor? Kuran bununda da kalmıyor, insana bu varoluş aleminin yegane yaratıcısı ve evrenle nasıl bir ilişki içinde olacağını öğrettiği gibi kulların birbirleri ile olacak ilişkilerini de enine boyuna açıklıyordu.

Allah bu meselenin gereği gibi açıklandığında, insanoğulları arasından seçip çıkardığı seçkin insanların yüreğinde sarsılmaz bir biçimde yerleştiğine kesin kanaat getirinceye dek Kuran Mekke de inen bölümünde bu temel meseleden çıkıp hayatın detayına ilişkin konuların üzerine bina edileceği ilkeler manzumesinin düzenlenmesine geçmedi. Çünkü Allah bu dini bu temel meselenin üzerine kurmayı planlamıştı.

şöyle denilebilirdi: Risaletten 15 yıl önce Hacer-i Esved taşının yerine konulması meselesinde hakem tayin edildiğinde verdiği hükümden memnun olunan çevresinde sadık ve emin lakablarıyla tanınan Hz. Muhammed içsel tartışmaların yiyip bitirdiği arap kabilelerini bir araya getirerek kuzeyden Rumların güneyden Pers'lerin gasbettikleri toplarakları işgal altından kurtarmak için "Arap ulusçuluğu" hareketi başlatabilirdi.

Ve böylece orada hüküm süren egemen güçlerden 13 yıl boyunca gördüğü sert tepkiler sonucu çektiği sıkıntıları çekmezdi; araplar böyle bir çağrıyı hep birlikte kabul ederdi.

şöyle de denilebilirdi : Hz. Muhammed arap ulusuna yaptığı çağrıyla liderlik makamına oturur ipleri eline aldıktan sonra her türlü güce sahip olurdu. Bu gücünü önce insani egemenliğine boyun eğdikten sonra insanların Rabblerine ibadet etmelerini sağlama tevhid in kökleştirilmesini sağlamaya yönelik kullanabilirdi.


Ne varki Alim ve Hakim olan Allah , elçisini böyle bir amaca yöneltmedi. Bilakis onu ve onunla birlikte olan bir avuç güçsüz inanmışı "Lailahe illallah'ı açıktan haykırmaya karşısında başlarına gelecek meşakkatlere katlanmaları yönüne yöneltmeyi yeğledi.

Yüce Allah milliyetçilik ülküsü ile ortaya çıkmanın ve insanları buna çağırmanın doğru bir yol olmadığını biliyordu. ülkenin gaspedilen topraklarını Rum ve Pers tağutlarının elinden kurtarıp bir arap tağutuna teslim etmek çözüm değildir. Adı sanı ne olursa olsun tağutun hepsi tağuttur.Yeryüzü Allah'ın mülküdür, O nun adına kurtarılması gerekir. üzerine "Lailaheillallah" bayrağı çekilmeyen hiç bir toprak parçası Allah adına kurtarılmış değildir...

Allah Resulu bu dinle gönderildiği sırada arap toplumu servet dağılımı ve eşitlik yönünden son derece kötü bir durumda idi. Küçük çaplı mutlu bir azınlık ticaret ve mal edinme imkanlarını elinde bulunduruyordu. faize dayalı ticari işlemlerle mal üzerine mal yığıyordu. Geriye kalan devasa çoğunluk ise açlık ve yoksulluktan başka hiçbir şeye sahip değildi.

Burada şu denilebilirdi : Hz. Muhammed toplumculuk adına bayrak açarak, soylu ve sömürücü sınıfa karşı ezilen sınıfları yanına çekerek onlara karşı savaş açabilirdi; ezilenleri , yaşadıkları olumsuz koşulları değiştirmeye, zenginlerden alıp fakirlere vermeye yönelik bir amaca hizmet etmeye çağırabilirdi.

Devasa çoğunluk işlerine gelen daveti kabul ettikten sonra Hz. Muhammed onların başına geçtikten sonra dizginleri eline alır ardından mutlu azınlık dediğimiz sınıfı da yenilgiye uğratarak liderlik gücünü iyice pekiştirebilirdi. Daha sonra elde ettiği bu otoriteyi kullanarak Rabbinin kendisine verdiği Tevhid akidesini yerleştirmede kullanabilirdi.

Ne var ki Alim ve Hakim olan Allah onun böyle bir yöntem kullanmasına izin vermedi.Toplumda sosyal adalet anlayışı her şeyi Allah'a dayandıran herşeyi O'na iade eden Allah'ın insanlara eşit olarak dağıttığı şeyleri gönül rızası ile kabullenen kapsayıcı bir itikadi anlayıştan kaynaklanmalıydı. Böylece toplumda sağlıklı bir sosyal dayanışma meydana gelebilir.

O dönem de yaşayan müşrikler ahlaken erozyona uğramışlardı. Ahlaki değerleri çökmüştü. Cahiliye dönemindeki evlilik türleri de buna bir örnektir. Buna binaen şöyle denilebilirdi : Ahlaki açıdan bu denli çöküntüye uğramış bir toplum içersinde Hz. Muhammed bu yeni daveti ahlaki değerleri güçlendirerek toplumun temizlenmesini ve insanların nefislerini temizlemeyi amaçlayan ahlaki bir reforma davet etme biçiminde de sunabilirdi.

Hz. Muhammed temiz vicdanlı kimselerin dikkatini çekebilirdi. Bir grup bu daveti kabul ederdi. Bu sayede onlar ahlaklarını ruhlarını iyice temizleyerek yeni sunulan akide modelini kabullenmeye ve sorumluluğunu taşımaya en yakın insanlar olurlardı. Daha sonra "Lailaheillallah" çağrısına öylesine sert tepki ile karşılık vermezlerdi.

Ancak bu da çıkar yol değildir. Sağlıklı bir ahlak modeli , değerler sistemi kuran bir akide temeline dayandırılabilirdi ancak. Bunun dışında kalan bir temele dayandırılması mümkün değildir.Bu akide anlayışı aynı zamanda bu ölçülerin ve değerler sisteminin üzerine kurulacağı siyasal bir otoriteyi de yerleştirir. Böyle bir otorite kendisine bağlı olanları ödüllendirme diğerlerini ise cezalandırma hakkına sahip olabilir. Söz konusu akide anlayışı yerleştirilmeden kurulan sınırlı siyasal otoritenin gölgesi altında kurulacak değerler sisteminin , ölçülerin ve ahlaksal yapıların tamamı kuralsız, otoritesiz ve yaptırımsız olurdu.

Zorlu mücadeleler ardından böylesi bir akide anlayışı hakim oldu. İnsanlar kula kulluktan nefsin egemenliğine boyun eğme zilletinden kurtulduğunda "Lailaheillallah" yüreklere iyice yerleştiğinde bu saydıklarımızı Cenabı Hak bu akideye gönül verenlere nasip etti...Kaynak:Seyid Kutub.

Hiç yorum yok: